Evrenin Doğuşu
1930'lu yıllara kadar bir sır olarak kalmış olan
yaşamın kökenini oluşturan Güneş'in enerji kaynağını ortaya çıkarmayı
başaran insanoğlu, Dünya üzerinde etkinliklere ve olaylara çabucak
katılabilecek şekilde bir haberleşme ve ulaşım ağını oluşturabildi.
Dünya'nın çekim ivmesinden kurtulmayı başararak, Dünya'nın yuvarlak
olduğunu anladı. Ay'a adım attı ve gezegenlere uzay araçları gönderdi.
Bu şekilde gelişen akılcı düşünme utkusu, batı Avrupa'ya eşi görülmemiş
50 yıllık bir barış getirdi.
Binlerce yıldır, insan yaşamı 40
yıllık aralıklar ile açlık ve donma tehlikesi geçirmiştir. Bilim bu
süreyi iki katına çıkartabilmiş ve bugün Bilim, insanoğlu için ağrısız,
rahat ve keyif verici bir yaşam sunma çabasındadır. Yüzyılın başında,
Bilim Dünya'yı değiştirmiş, yüzyılın sonunda da insanoğlu, kendisini
bilimler ile değişen bir Dünya'da bulmuştur. Sadece Dünya değişmedi
aynı zamanda insanoğlunun kendisi de değişti ve Dünya sadece fiziksel
bir boyutta kaldı.
Bu köklü değişime, matematiksel bir mantık
ve sade bir hayal gücünün baskın olduğu zahmetli bir yöntem ile adım
adım geliştiğine inanılan bilimler sayesinde ulaşılması şaşırtıcı
görülebilir.
Tüm bilimler çok ufak adımlar içerisinde
ilerlerken, bu alanda ara sıra birdenbire anlamlı sıçramalar
olmaktadır. Sonuçta, daha geniş bir bakış açısı elde ediliyor ve yeni
bir paradigma doğuyor. Bunlar da anlayışımızı, düşüncemizi ve
kültürümüzü etkileyen büyük keşifler oluyorlar.
Genişleyen Evren
1912
yılında, Vesto. M. Slipher, sarmal bir bulutsu (şimdi gökada olarak
adlandırılmaktadır) olarak adlandırılan gökcisimlerinin ilk tayflarını
elde etti. Bu iş, o zamanlar küçük teleskoplar ve iyi olmayan
emülsiyonlar ile yapıldığından, yorucu bir işlevdi. Slipher spektrel
çizgilerin kırmızıya doğru kaydığını ve cisimlerin bizden uzaklaştığını
gözleyerek, bu uzaklaşmanın Gökadamızda bilinen herhangi bir yıldızdan
çok daha hızlı bir şekilde olduğu sonucunu çıkardı.
Büyük
uzaklaşma hızları, pek çok Astronomun çözmeye çalıştığı bir bulmaca
haline gelmiştir. Sonunda Edwin Hubble, 1925 yılında, "Nebulaların
(bulutsuların)" yüzmilyonlarca yıldız içeren gökadalar olduğunu
anladıktan sonra, 1929 yılında tüm gökadaların bizden uzaklaşmadığını,
aynı zamanda bu uzaklaşma hızlarının uzaklıkları ile de orantılı
olduğunun farkına vardı
Son 70 yıl içerisinde, büyük patlama
fiziksel bir gerçek olmaya başladı. En uzak gökadalar hemen hemen
ışığın hızına yakın kırmızıya kaymalara sahiptirler. Birbirlerinden
bağımsız olarak yapılan gözlemler, şüphenin ötesine giderek genç
evrenin küçük, son derece yoğun ve çok sıcak olduğunu kanıtlamaktadır.
Evrenin
genişlemesi, onun yaşını belirleme konusunda bize basit bir araç
sağlamaktadır. Çok erken zamanlarda, tüm gökadalar (veya oluştukları
madde ve enerji) tek bir yerde sıkışmıştı. Genişleme başladığı zaman
bazı bölgeler yavaş bir şekilde uzağa taşındılar ve bugünkü
komşularımızı oluşturdular. Diğer bölgeler, yüksek hızlar ile
taşınarak, ufuk sınırlarımız içerisinde yer aldılar. Bu yapıların hepsi
de, aynı seyahat zamanına bir başka ifade ile evrenin yaşına sahip
oldular. Bu durumda, teknik olarak pekte kolay olmayan yöntemlerle bir
gökadaya veya pek çok gökadaya olan uzaklık belirlenebilir. Belirlenen
bu uzaklık, uzaklaşma hızına bölünürse, elde edilen sonuç evrenin
genişleme yaşını verir.
Ölçülen kırmızıya kaymalar, uzaklaşma
hızları ve en iyi uzaklık tespitleri, bize 14 (± 2) Gigayıl (1 Gigayıl
= 1 milyar yıl) bir genişleme yaşı veriyor. Bu zamanın uzun olduğu
görülebilir. Yaşamın 3 Gigayıl önce başladığı Dünya üzerindeki en yaşlı
kayaların hemen hemen 4 Gigayıl bir yaşa sahip olduğu ve Gökadamızdaki
en yaşlı yıldızların 12 Gigayıl önce oluştuğu gözönüne alındığında,
evrenin genç olduğu anlaşılır.
Ters olan şey, evrenin yapıları
oluşturmasıdır. Tesadüfen diğerlerinden çok daha fazla madde içeren
bölgeler oluştu. Bu yoğun bölgelerde, çekim genişlemeyi bölgesel olarak
yavaşlattı ve hatta genişlemeyi büzülmeye doğru yöneltti. Hidrojen ve
helyumdan ibaret dev, büzülen bulutlar oluştu ve bunlar daha küçük
büzülen bulutlar içerisine parçalandı. Bu parçalar daha sonraları bugün
gördüğümüz gökadalara doğru evrimleştiler. Gökadalar büzülmeleri
süresince döndüler ve dönmeleri, bunları daha fazla miktarda
çökmelerine engel oluşturdu.
Bununla beraber, binlerce güneş
kütlelerine sahip tek tek bulut etkileşmeleri büzülmeye devam edebildi
ve yıldızları oluşturabildi. Yıldızların oluşumu, gökadalarda devam
etmekte olan bir süreçtir. Bu süreçte, gaz tamamen kullanılıncaya kadar
yeni yıldızlar sürekli olarak doğmakta, yaşlanmakta ve ölmektedirler.
Gökadaların bazıları gaz depolarını tamamen tükettiler. Bizim
Gökadamızda ise, uzun zamandır yıldızlar oluşmakta ve bu süreç devam
etmektedir.
Büzülen bir yıldızın içerisi, sıcaklık bir kaç
milyon dereceye ulaştığında ısınır. Bu anda, bir hidrojen bombası
ateşlenir ve hidrojen, helyuma dönüşür. Bu işlevin sonucunda, büyük
miktarda bir enerji salıverilir. Bu enerji yıldızın daha fazla
büzülmesini engeller ve yıldızın parlamasına olanak sağlar. Böyle bir
durumda Güneş'teki bu enerji, tüm yaşamın temelini oluşturur.
Küçük
kütleli yıldızlar, tüm hidrojenlerini helyuma dönüştürdüklerinde,
"Beyaz Cüce"ler olarak ölürler. Daha büyük kütleli yıldızlar, helyumu,
karbon, oksijen ve demire doğru daha kompleks elementlere yakarlar.
Daha ağır elementlerin üretimi ile enerji salıverilmez, daha ziyade
enerji gerekir. Bu enerji, büyük kütleli yıldızlar dev bir süpernova
patlaması ile öldükleri zaman ortaya çıkar.
Dünya üzerindeki
tüm kimyasal elementler yıldızlarda üretilmiştir. Yıldızlar öldükleri
zaman, kütlelerinin bir kısmını Gezegenimsi Nebula (bulutsu) olarak
sakin bir şekilde veya bir süpernova olarak, patlamalı bir şekilde
uzaya atarlar.
Böyle bir süreçte kimyasal olarak işlenmiş
materyal, yıldızlararası ortama geri döner. Yeni oluşan yıldızlara bu
şekilde, karbon, oksijen ve demir gibi elementler bulaşırlar. Güneş
sistemimiz 4.6 Gigayıl önce oluştuğu zaman, 92 elementin hepsi zaten
mevcut idi. Başka bir ifade ile, büyük kütleli kimyasal olarak ürün
veren yıldızlar kısa ömürlü oldukları için, elementlerin çoğunluğu,
Güneş sisteminin kendisi yıldızlararası gazdan itibaren oluşmadan
uzun
süre önce orada bulunmakta idi. Dünya üzerindeki kimyasal değişkenliğin
olmasının nedeni de, önceki yıldız nesillerinin ilkel hidrojen ve
helyum dışında tüm elementleri oluşturmasından dolayıdır.
Gökadamızdaki
en yaşlı yıldızlar 12 Gigayıl yaşındadır. Bir başka ifade ile, büyük
patlamadan 2 Gigayıl sonra oluştular. Tüm maddenin yarısının protonlar
ve nötronlar halinde olmayıp, "eksotik" halde oldukları kabul
edilmedikçe, bilgisayar modelleri bu kadar kısa aralıklarda yapıları
oluşturmakta başarısız kalır.
Karanlık madde olarak
adlandırılan bu yapılar, bilinmeyen özelliklere sahip parçacıklardan
ibarettir. Ne var ki, karanlık madde, yapı oluşumunu açıklamada
kaçınılmaz olarak gereklidir. Bu anlaşılması zor madde biçimini tespit
etmek için, bugünlerde büyük çabalar harcanmaktadır. Bununla birlikte,
hayal edebildiğimiz evrende, karanlık madde dışında bilemediğimiz daha
başka şeyler olabilir.
Evren
Dünya (yaklaşık çapı 12
800km), Güneşin çevresinde dönmektedir ve Güneş Sistemi'nin bir
gezegenidir; Güneş Sistemi ise yarıçapı 6 milyar km'den uzun olan bir
alanı kapsar. Güneş, Gökada'nın(Samanyolu) 100 milyar yıldızından
biridir ve çok kenarda yer alır. Gökada'nın çapı 100 000 ışık yılıdır
ve Güneş, merkezden 28 000 ışık yılı uzaklıkta, yani merkeze yarıçapın
üçte ikisi kadar bir uzaklıkta bulunur. Gökada, otuz kadar komşu
gökadayla birlikte
(en önemlisi, Andromeda M31), çapı yaklaşık 5
milyon ışık yılı olan Yerel grubu (veya Yerel küme) oluşturmaktadır ve
söz konusu yerel grup da daha büyük bir sistemin, Yerel süperkümenin
çevresinde yer alır. Gözlemlenen en uzak gökcisimleri, uzaklıkları
milyarlarca ışık yılıyla ölçülen kuazarlardır. Bilinen Evren, 10 milyar
ışık yılının ötesinde bir uzama sahiptir.
Güneş
Yeryüzündeki
ısı ve ışığın kaynağı tarih boyunca insanlığın çok ilgisini
çekmiştir... Güneş yarıçapı yaklaşık bir buçuk milyon kilometre olan
büyük ve sıcak bir gaz topudur. Modern teoriye göre Güneş'in
merkezindeki yoğunluk suyun yoğunluğunun yaklaşık yüz katı, sıcaklık
ise yaklaşık 15 milyon derece civarındadır. Atom-altı parçacıkların
biraraya gelip kaynaşarak nükleer enerjiyi açığa çıkarabilmeleri için
bu tür yüksek sıcaklıklar gereklidir. Serbest kalan enerji başlıca iki
şey yapar. Birincisi, Güneş'in içinde sıcaklığı yüksek tutarak
dışarıdan içeriye doğru bir etki yapan kütle çekim kuvvetine direnmeye
yetecek bir basınç yaratır (Böyle bir basınç olmazsa, Güneş kendi
ağırlığı altında çöker). İkincisi, açığa çıkan enerji ısınıma dönüşerek
önce güneşin yüzeyine doğru hareket eder, oradan da uzaya yayılır.
Güneş'in enerjisinin bir bölümü yüzeyi hareketlendirip karıştırarak çok
yüksek enerjili parçacıklar, manyetik alanlar ve taç(corona) adı
verilen yüksek sıcaklığa sahip bir atmosfer yaratır...
Güneş Sistemi
Bundan 4.5 milyar yıl önce...
Samanyolu'nun
ücra bir köşesinde, Avcı kolu üzerinde, ölmüş yıldızların artıklarıyla
"zenginleşmiş" bir gaz ve toz bulutu yavaş yavaş çöküyor. Büyük bir
topak ve onun çevresinde dönen bir disk oluşuyor. Merkezdeki topak,
Muazzam ağırlık ve basınç altında ısınıyor ve hidrojen atomları
birleşerek helyuma dönüşmeye başlıyor. Çevredeki diskte bulunan toz
zerrecikleri, birbiriyle çarpışarak daha küçük topakçıklar
oluşturuyorlar. Milyonlarca yıl sonra merkezde oluşan yıldız,
rüzgarıyla arta kalan tozları süpürüyor. Ortaya çıkan, G2 tayf
sınıfından, 350 000 Dünya kütlesinde sarı bir yıldız. Orta büyüklükte
sayılsa da, Evren'deki kardeşlerinin yüzde 95'inden daha büyük.
Çevresindeyse, güçlü kütle çekimiyle yönettiği gezegenler. İşte
Evren'de yaşam türlerine ev sahipliği yaptığı bilinen tek sistem, Güneş
Sistemimiz...
1930'lu yıllara kadar bir sır olarak kalmış olan
yaşamın kökenini oluşturan Güneş'in enerji kaynağını ortaya çıkarmayı
başaran insanoğlu, Dünya üzerinde etkinliklere ve olaylara çabucak
katılabilecek şekilde bir haberleşme ve ulaşım ağını oluşturabildi.
Dünya'nın çekim ivmesinden kurtulmayı başararak, Dünya'nın yuvarlak
olduğunu anladı. Ay'a adım attı ve gezegenlere uzay araçları gönderdi.
Bu şekilde gelişen akılcı düşünme utkusu, batı Avrupa'ya eşi görülmemiş
50 yıllık bir barış getirdi.
Binlerce yıldır, insan yaşamı 40
yıllık aralıklar ile açlık ve donma tehlikesi geçirmiştir. Bilim bu
süreyi iki katına çıkartabilmiş ve bugün Bilim, insanoğlu için ağrısız,
rahat ve keyif verici bir yaşam sunma çabasındadır. Yüzyılın başında,
Bilim Dünya'yı değiştirmiş, yüzyılın sonunda da insanoğlu, kendisini
bilimler ile değişen bir Dünya'da bulmuştur. Sadece Dünya değişmedi
aynı zamanda insanoğlunun kendisi de değişti ve Dünya sadece fiziksel
bir boyutta kaldı.
Bu köklü değişime, matematiksel bir mantık
ve sade bir hayal gücünün baskın olduğu zahmetli bir yöntem ile adım
adım geliştiğine inanılan bilimler sayesinde ulaşılması şaşırtıcı
görülebilir.
Tüm bilimler çok ufak adımlar içerisinde
ilerlerken, bu alanda ara sıra birdenbire anlamlı sıçramalar
olmaktadır. Sonuçta, daha geniş bir bakış açısı elde ediliyor ve yeni
bir paradigma doğuyor. Bunlar da anlayışımızı, düşüncemizi ve
kültürümüzü etkileyen büyük keşifler oluyorlar.
Genişleyen Evren
1912
yılında, Vesto. M. Slipher, sarmal bir bulutsu (şimdi gökada olarak
adlandırılmaktadır) olarak adlandırılan gökcisimlerinin ilk tayflarını
elde etti. Bu iş, o zamanlar küçük teleskoplar ve iyi olmayan
emülsiyonlar ile yapıldığından, yorucu bir işlevdi. Slipher spektrel
çizgilerin kırmızıya doğru kaydığını ve cisimlerin bizden uzaklaştığını
gözleyerek, bu uzaklaşmanın Gökadamızda bilinen herhangi bir yıldızdan
çok daha hızlı bir şekilde olduğu sonucunu çıkardı.
Büyük
uzaklaşma hızları, pek çok Astronomun çözmeye çalıştığı bir bulmaca
haline gelmiştir. Sonunda Edwin Hubble, 1925 yılında, "Nebulaların
(bulutsuların)" yüzmilyonlarca yıldız içeren gökadalar olduğunu
anladıktan sonra, 1929 yılında tüm gökadaların bizden uzaklaşmadığını,
aynı zamanda bu uzaklaşma hızlarının uzaklıkları ile de orantılı
olduğunun farkına vardı
Son 70 yıl içerisinde, büyük patlama
fiziksel bir gerçek olmaya başladı. En uzak gökadalar hemen hemen
ışığın hızına yakın kırmızıya kaymalara sahiptirler. Birbirlerinden
bağımsız olarak yapılan gözlemler, şüphenin ötesine giderek genç
evrenin küçük, son derece yoğun ve çok sıcak olduğunu kanıtlamaktadır.
Evrenin
genişlemesi, onun yaşını belirleme konusunda bize basit bir araç
sağlamaktadır. Çok erken zamanlarda, tüm gökadalar (veya oluştukları
madde ve enerji) tek bir yerde sıkışmıştı. Genişleme başladığı zaman
bazı bölgeler yavaş bir şekilde uzağa taşındılar ve bugünkü
komşularımızı oluşturdular. Diğer bölgeler, yüksek hızlar ile
taşınarak, ufuk sınırlarımız içerisinde yer aldılar. Bu yapıların hepsi
de, aynı seyahat zamanına bir başka ifade ile evrenin yaşına sahip
oldular. Bu durumda, teknik olarak pekte kolay olmayan yöntemlerle bir
gökadaya veya pek çok gökadaya olan uzaklık belirlenebilir. Belirlenen
bu uzaklık, uzaklaşma hızına bölünürse, elde edilen sonuç evrenin
genişleme yaşını verir.
Ölçülen kırmızıya kaymalar, uzaklaşma
hızları ve en iyi uzaklık tespitleri, bize 14 (± 2) Gigayıl (1 Gigayıl
= 1 milyar yıl) bir genişleme yaşı veriyor. Bu zamanın uzun olduğu
görülebilir. Yaşamın 3 Gigayıl önce başladığı Dünya üzerindeki en yaşlı
kayaların hemen hemen 4 Gigayıl bir yaşa sahip olduğu ve Gökadamızdaki
en yaşlı yıldızların 12 Gigayıl önce oluştuğu gözönüne alındığında,
evrenin genç olduğu anlaşılır.
Ters olan şey, evrenin yapıları
oluşturmasıdır. Tesadüfen diğerlerinden çok daha fazla madde içeren
bölgeler oluştu. Bu yoğun bölgelerde, çekim genişlemeyi bölgesel olarak
yavaşlattı ve hatta genişlemeyi büzülmeye doğru yöneltti. Hidrojen ve
helyumdan ibaret dev, büzülen bulutlar oluştu ve bunlar daha küçük
büzülen bulutlar içerisine parçalandı. Bu parçalar daha sonraları bugün
gördüğümüz gökadalara doğru evrimleştiler. Gökadalar büzülmeleri
süresince döndüler ve dönmeleri, bunları daha fazla miktarda
çökmelerine engel oluşturdu.
Bununla beraber, binlerce güneş
kütlelerine sahip tek tek bulut etkileşmeleri büzülmeye devam edebildi
ve yıldızları oluşturabildi. Yıldızların oluşumu, gökadalarda devam
etmekte olan bir süreçtir. Bu süreçte, gaz tamamen kullanılıncaya kadar
yeni yıldızlar sürekli olarak doğmakta, yaşlanmakta ve ölmektedirler.
Gökadaların bazıları gaz depolarını tamamen tükettiler. Bizim
Gökadamızda ise, uzun zamandır yıldızlar oluşmakta ve bu süreç devam
etmektedir.
Büzülen bir yıldızın içerisi, sıcaklık bir kaç
milyon dereceye ulaştığında ısınır. Bu anda, bir hidrojen bombası
ateşlenir ve hidrojen, helyuma dönüşür. Bu işlevin sonucunda, büyük
miktarda bir enerji salıverilir. Bu enerji yıldızın daha fazla
büzülmesini engeller ve yıldızın parlamasına olanak sağlar. Böyle bir
durumda Güneş'teki bu enerji, tüm yaşamın temelini oluşturur.
Küçük
kütleli yıldızlar, tüm hidrojenlerini helyuma dönüştürdüklerinde,
"Beyaz Cüce"ler olarak ölürler. Daha büyük kütleli yıldızlar, helyumu,
karbon, oksijen ve demire doğru daha kompleks elementlere yakarlar.
Daha ağır elementlerin üretimi ile enerji salıverilmez, daha ziyade
enerji gerekir. Bu enerji, büyük kütleli yıldızlar dev bir süpernova
patlaması ile öldükleri zaman ortaya çıkar.
Dünya üzerindeki
tüm kimyasal elementler yıldızlarda üretilmiştir. Yıldızlar öldükleri
zaman, kütlelerinin bir kısmını Gezegenimsi Nebula (bulutsu) olarak
sakin bir şekilde veya bir süpernova olarak, patlamalı bir şekilde
uzaya atarlar.
Böyle bir süreçte kimyasal olarak işlenmiş
materyal, yıldızlararası ortama geri döner. Yeni oluşan yıldızlara bu
şekilde, karbon, oksijen ve demir gibi elementler bulaşırlar. Güneş
sistemimiz 4.6 Gigayıl önce oluştuğu zaman, 92 elementin hepsi zaten
mevcut idi. Başka bir ifade ile, büyük kütleli kimyasal olarak ürün
veren yıldızlar kısa ömürlü oldukları için, elementlerin çoğunluğu,
Güneş sisteminin kendisi yıldızlararası gazdan itibaren oluşmadan
uzun
süre önce orada bulunmakta idi. Dünya üzerindeki kimyasal değişkenliğin
olmasının nedeni de, önceki yıldız nesillerinin ilkel hidrojen ve
helyum dışında tüm elementleri oluşturmasından dolayıdır.
Gökadamızdaki
en yaşlı yıldızlar 12 Gigayıl yaşındadır. Bir başka ifade ile, büyük
patlamadan 2 Gigayıl sonra oluştular. Tüm maddenin yarısının protonlar
ve nötronlar halinde olmayıp, "eksotik" halde oldukları kabul
edilmedikçe, bilgisayar modelleri bu kadar kısa aralıklarda yapıları
oluşturmakta başarısız kalır.
Karanlık madde olarak
adlandırılan bu yapılar, bilinmeyen özelliklere sahip parçacıklardan
ibarettir. Ne var ki, karanlık madde, yapı oluşumunu açıklamada
kaçınılmaz olarak gereklidir. Bu anlaşılması zor madde biçimini tespit
etmek için, bugünlerde büyük çabalar harcanmaktadır. Bununla birlikte,
hayal edebildiğimiz evrende, karanlık madde dışında bilemediğimiz daha
başka şeyler olabilir.
Evren
Dünya (yaklaşık çapı 12
800km), Güneşin çevresinde dönmektedir ve Güneş Sistemi'nin bir
gezegenidir; Güneş Sistemi ise yarıçapı 6 milyar km'den uzun olan bir
alanı kapsar. Güneş, Gökada'nın(Samanyolu) 100 milyar yıldızından
biridir ve çok kenarda yer alır. Gökada'nın çapı 100 000 ışık yılıdır
ve Güneş, merkezden 28 000 ışık yılı uzaklıkta, yani merkeze yarıçapın
üçte ikisi kadar bir uzaklıkta bulunur. Gökada, otuz kadar komşu
gökadayla birlikte
(en önemlisi, Andromeda M31), çapı yaklaşık 5
milyon ışık yılı olan Yerel grubu (veya Yerel küme) oluşturmaktadır ve
söz konusu yerel grup da daha büyük bir sistemin, Yerel süperkümenin
çevresinde yer alır. Gözlemlenen en uzak gökcisimleri, uzaklıkları
milyarlarca ışık yılıyla ölçülen kuazarlardır. Bilinen Evren, 10 milyar
ışık yılının ötesinde bir uzama sahiptir.
Güneş
Yeryüzündeki
ısı ve ışığın kaynağı tarih boyunca insanlığın çok ilgisini
çekmiştir... Güneş yarıçapı yaklaşık bir buçuk milyon kilometre olan
büyük ve sıcak bir gaz topudur. Modern teoriye göre Güneş'in
merkezindeki yoğunluk suyun yoğunluğunun yaklaşık yüz katı, sıcaklık
ise yaklaşık 15 milyon derece civarındadır. Atom-altı parçacıkların
biraraya gelip kaynaşarak nükleer enerjiyi açığa çıkarabilmeleri için
bu tür yüksek sıcaklıklar gereklidir. Serbest kalan enerji başlıca iki
şey yapar. Birincisi, Güneş'in içinde sıcaklığı yüksek tutarak
dışarıdan içeriye doğru bir etki yapan kütle çekim kuvvetine direnmeye
yetecek bir basınç yaratır (Böyle bir basınç olmazsa, Güneş kendi
ağırlığı altında çöker). İkincisi, açığa çıkan enerji ısınıma dönüşerek
önce güneşin yüzeyine doğru hareket eder, oradan da uzaya yayılır.
Güneş'in enerjisinin bir bölümü yüzeyi hareketlendirip karıştırarak çok
yüksek enerjili parçacıklar, manyetik alanlar ve taç(corona) adı
verilen yüksek sıcaklığa sahip bir atmosfer yaratır...
Güneş Sistemi
Bundan 4.5 milyar yıl önce...
Samanyolu'nun
ücra bir köşesinde, Avcı kolu üzerinde, ölmüş yıldızların artıklarıyla
"zenginleşmiş" bir gaz ve toz bulutu yavaş yavaş çöküyor. Büyük bir
topak ve onun çevresinde dönen bir disk oluşuyor. Merkezdeki topak,
Muazzam ağırlık ve basınç altında ısınıyor ve hidrojen atomları
birleşerek helyuma dönüşmeye başlıyor. Çevredeki diskte bulunan toz
zerrecikleri, birbiriyle çarpışarak daha küçük topakçıklar
oluşturuyorlar. Milyonlarca yıl sonra merkezde oluşan yıldız,
rüzgarıyla arta kalan tozları süpürüyor. Ortaya çıkan, G2 tayf
sınıfından, 350 000 Dünya kütlesinde sarı bir yıldız. Orta büyüklükte
sayılsa da, Evren'deki kardeşlerinin yüzde 95'inden daha büyük.
Çevresindeyse, güçlü kütle çekimiyle yönettiği gezegenler. İşte
Evren'de yaşam türlerine ev sahipliği yaptığı bilinen tek sistem, Güneş
Sistemimiz...