MEDYA VE DEMOKRASİ
Bilinen anlamda basın özgürlüğünü ilk
destekleyen Euro-Amerikan devrimi özellikle on sekizinci yüzyıl
boyunca, devlet sansürünün sınırları konusunda çeşit çeşit yeni ve iyi
işlenmiş fikirlerin geliştirilmesine neden oldu. Modern anlamda basın
özgürlüğü fikrinin doğum yeri olan İngiltere’de en azından dört farklı
sav ile karşılaşıyoruz.
1. Teolojik yaklaşım, devlet sansürünü
Tanrı’nın insanlara ihsan eylediği akıl adına eleştiriyordu. Bu görüş
ruhsata ve sansüre bağlı olmasını buyuran bir hükümet kararına karşı,
Tanrı aşkı ile “özgür ve bilgili ruhun” serpilip gelişmesi için özgür
basına arka çıktı.
2. Basının davranışlarının bireyin haklarına uygun olması fikri.
3. Faydacılık kuramı, kamuoyu üzerindeki devlet sansürünü istibdata
verilmiş bir açık kart olarak görüyor ve yönetilenlerin mutluluğunun en
üst düzeye çıkarılması ilkesine aykırı buluyordu.
4. Basın
özgürlüğünün dördüncü savunması, Hakikat’e yurttaşlar arasındaki
kısıtlamasız tartışma yoluyla ulaşılacağı düşüncesine dayanıyordu.
Basın özgürlüğüne ilişkin tüm bu savların sorunsuz oldukları söylenemez
ama bu görüşler erken modern toplumların ilk gelişmesini derinden
etkilediler. On dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar gerek Amerika’da
gerekse İngiltere’de “basın özgürlüğü” cesur ve bulaşıcı ütopik bir
kavram olarak işlevini sürdürdü. Yöneten sınıfları sıkıştırmaya yaradı.
Devletin ifade özgürlüğüne getirdiği kısıtlamaları dramatize etti.
Medeni haklar ve siyasal demokrasi mücadelesine hız kazandırdı. Özgür
basının yaygınlaşması yazılı metinlerin görünümüne hem katkıda bulundu
hem de ondan yararlandı; metinler laik bir nitelik kazandıkları gibi,
okunmaları da kolaylaştı. Fakat basın özgürlüğünün ilk Avrupalı ve
Amerikalı savunucuları bu ütopik vizyonun birçok kör noktalarla malul
olduğunu da görememişlerdi. İlkin basının kendi kendini sansür etmesi
olayını hesaba katmadılar; çünkü fikirlerini topluluk önünde ifade etme
yeteneğine “doğal olarak” sahip olan kişilerin karşısında başlıca dış
tehdidin siyasal iktidardan geleceğini varsaydılar. Baskılar nedeniyle
basın özgürlüğü savunucularının sansür sorununa negatif özgürlük
paradigmasıyla bakmaları anlaşılabilir bir tutumdur. Söz ve basın
özgürlüğü negatif özgürlük anlamına geliyordu; yani, bu özgürlük
bireylerin yada bireylerden oluşan grupların önceden bir dış engelleme
olmaksızın düşüncelerini dile getirme özgürlüğüydü ve yalnızca bu
özgürlüğü tüm diğer bireylere garanti eden ve hükümet tarafından
yaptırımlarıyla uygulanan yasalara tabiydi. İşin can alıcı noktası,
basın özgürlüğünü savunan bu kuramların felsefi anlamda yeterince
çoğulcu olmamalarıdır. Her şeyin tartışılması mübahtı, bir şey hariç:
Kendi dünya görüşleri. Tüm ideologlar gibi, tüm dünya için geçerli
olmayı hak etmiş evrensel bir dil olduklarını varsayarak kendilerini
eleştirilere karşı korumaya çalıştılar.
Konuya eleştirel
gözle bakan biri sorabilir: Mademki basın özgürlüğü hakkındaki modern
ideal daha en başından bu kadar kusurluydu, onu doğumundan üç yüzyıl
sonra niçin tartışalım? Bu deneme işte bu çetin sorulara cevap vermeye
çalışıyor. Basın özgürlüğü hakkındaki eski söylemin güçlü ve zayıf
yanlarının değinilmesinin günümüzde önemli olduğunu savunuyor.
İlk yaklaşım Pazar rekabetinin basın ve yayın özgürlüğünün kilit
koşulu olduğunda ısrar ediyor; bu özgürlüğü de devlet müdahalesinden
özgürlük olarak, bireylerin düşüncelerini dış kısıtlamalar olmaksızın
iletebilme hakları olarak anlıyor. Devlet sansürü, bireysel seçim,
yasal düzenlemenin kaldırılması yani “deregülasyon” pazar
liberallerinin tezinin temel kavramıdır.
Özel ellerde
bulunan bir basın ve çok kanallı bir yayım sistemi özgürlüğün
kalesidir. Kültürel ayrıcalıkların ve devlet baskısının savunucularının
baş belasıdır. Pazar liberalleri devletçe korunan medyanın
pederşahiliğine karşı çıkıyorlar. Onlara göre, kamu hizmeti yayımcılığı
fikri en başından yolunu sapıtmıştı. Aslında, kamu hizmeti yayımcılığı
kişisel ihtiyaç ve kaygıların temsilini sınırlar. Seçme alanını
sıkıştırır, daraltır, azaltır. Televizyonda hükümetin dayandığı
varsayım şöyle anlatılmıştır. “Ne seyretmek istediklerini seçmeyi
insanlara bırakamazsınız, onların neyin onlar için iyi olduğunu bilen
ve düşünceleri birbirine yakın insanlarca denetlenmeleri gerekir.”
Medyanın tekelci kamusal düzenlenmesi artık haklı gösterilemez. Devlet
korumasındaki medyanın keyfi finansmanının ve sansürünün en iyi
panzehiri, Pazar rekabetinin tarafsız ve tüketiciye-duyarlı üleşim
sistemidir. Kamu hizmeti tekellerinin ortadan kalkması,
radyo-televizyon yayımcılığının erginliğe ulaştığının bir işareti
olacaktır. Pazar liberalizminin muhalifleri ve özellikle sola eğilimli
olanları, bu önerilerden telaşa kapılmış durumdalar. Diğer yandan
deregülasyonun İtalya’da yarattığı yoz sonuçları değerlendirmek
gerekiyor. Örneğin, haber-eğlence programları (barok televizyon
parçaları haline dönüştürülmüş ağız sulandırıcı mahkeme duruşmaları) ve
iç gıcıklayıcı striptease’li yarışma programları bunlar arasında
sayılıyor. Artık kalitenin yerini ticaret kurtlarının ölçüleri almıştır.
Çok kanallı seçim demek çok kanallı saçmalık demek olduğuna göre
- ucuz yarışma programları, reklamlardan farkı olmayan içi boş eğlence
programları - daha fazla seçenek daha iyi değil, daha kötü medya demeye
gelecektir. Pazar liberallerinin, pazarın bireysel seçim özgürlüğünü
arttırdığı iddiası da kuşkuludur. Sınırsız Pazar rekabeti aslında
belirli yurttaşların, özellikle azınlıkların ve geçici çoğunlukların
seçim özgürlüğünü ağır biçimde zedelemektedir. Yayımcılar rekabete
tutuştuklarında en iyi yöntemin kitlelere cazip gelecek programlarla
tam ortadaki kesime seslenmek olduğunu biliyorlar. Bunun sonucu,
programlarda çeşitliliğin sınırlanması ve birbiriyle örtüşmesi oluyor.
Muhaliflerin Pazar liberali fetişi ile ilgili söyleyebileceklerinin özü
şu: Pazar rekabetinin iletişim özgürlüğünü garantili olarak
sağladığının inanılır olduğu günler çok geride kaldı. Bugün ise basın
özgürlüğünün dostlarının şunu anlamaları gerekiyor: İletişim pazarları
iletişim özgürlüğünü kısıtlamaktadır; pazara girmek isteyenlere
engeller koyarak, tekellere izin vererek, seçenekleri sınırlayarak ve
enformasyonun egemen tanımını kamusal yarar kavramından uzaklaştırıp
özel olarak tasarruf olunabilen bir metaya yaklaştırarak yapmaktadır
bunu.
Basın ve yayım özgürlüğü konusundaki Pazar liberali
görüşünü bozup çürüten tek şey Pazar rekabeti fetişi değil. Bu görüşün
devlet kurumlarının sorumsuzluk ve keyfi erkine duyduğu sempati de çoğu
kez ona puan kaybettiriyor. Günümüzde tüm demokratik rejimlerin
göbeğinde despotizm çekirdekleri bulunuyor. Eski modern mutlakıyetçi
devletlerin, parlamentolar tarafından yönetilen geç modern anayasal
devletlere tarihsel dönüşümü sona erdi.Artık yeni bir siyasal sansür
dönemine, Demokratik Leviathan çağına giriyoruz. Bu çağda hayatın
yaşamsal parçaları çeşitli eski ve yeni kalemlerle donatılmış,
sorumsuzluk siyasal kurumlar tarafından biçimlendirilmekte. Birbiriyle
bağlantılı beş siyasal sansür türü özel ilgiye değer.
1.
Olağanüstü hal erkleri : Hükümetlerin, medyanın bazı bölümlerini
zorbalıkla sindirerek yola getirme girişimleri talimatlar, tehditler,
yasaklamalar ve tutuklamalarla Batı demokrasilerinde de kendisini
hissettirmeye devam ediyor. Ön engelleme ve yayım sonrası bu baskı
türünün iki tekniği.
2. Silahlı gizlilik : Modern devlet
erki, gizlilik perdesinin arkasına saklanmış polise ve askeri organlara
dayanarak başarılı olur.
3. Yalan söylemek : Siyasette yalan söylemek demokratik rejimlerin özelliklerinden biridir.
4. Devlet reklamcılığı : Erken modern devletin yöneticileri;
özellikle mutlakıyetçi evrede, kendilerini toplumda birliğin kaynağı ve
ilkesi olarak görüyorlardı. Siyasal liderlerin televizyon ve radyo
mülakatlarında kayrılarak yansıtılması, devlet reklamcılığının daha az
göze çarpan, ama hiçte önemsiz sayılamayacak bir örneğidir.
5. Korporatizm : 20. yüzyılda hükümetin işlevlerinin özel kesimin
örgüt ağları tarafından yerine getirilmesi, pazarlık , ihsan yada
sözleşme ile yapılması, sıradan bir olay haline geldi.
Batı
demokrasilerinin bu beş yönelimi kaygı vericidir. Bunlar gösteriyor ki,
normal olarak ne yurttaşlara, ne kitle iletişim araçlarına karşı
sorumlu ne de hukuk devletine tabi olan siyasal erk toplamı
çoğalmaktadır. Eğer hukuk devleti keyfi devlet erkinin siyasal yaşamdan
sistematik olarak ayıklanması ise ve keyfi erk kamunun değerlendirmesi
ve eleştirisinden muaf ve çevresine karşı duyarsız ve ondan öğrenmeye
yeteneksiz erk olarak tanımlanıyorsa, o zaman denilebilir ki, batı
demokrasilerinde hukuksuzluk artmaktadır. Bütün bunlar çarpıcı bir
paradoksu yansıtıyor.
Pazar liberallerinin çoğu sansürsüz
bir özgür iletişim pazarından söz etmeye bayılıyorlar, ama iş bu
yönelimleri eleştirmeye gelince hemen geri kaçıyorlar; yurttaşların
hukuk devletini genişletme, siyasal erkin keyfiliğine ve gizliliğine
set çekme çabalarına karşı antipati dolu, hatta düşmanca bir tutum
takınıyorlar. Onların Pazar özgürlükçülüğü siyasal ve kültürel
otoriterliğe duyulan derin bir yeni-muhafazakar bağlılıkla yan yana
yaşıyor. Bu deneme şimdiye kadar “deregülasyon”a karşı çıkanların iki
zayıf noktasını vurgulamaya çalıştı. Pazar liberallerine karşı ve kamu
hizmeti iletişiminden yana ortaya koydukları savın üçüncü bir zayıf
yanı, yukarıdakilerle ilgili bir kör noktası var: Kamu hizmeti
medyasını toplum önünde haklı gösterme girişimlerinin inandırıcı
olmaması. Eğer iletişim medyası bir kamu hizmeti olarak savunulacaksa,
oynayacağı rollerin ve yapacağı işin önemi açık ve mantığa uygun bir
biçimde anlatılmalıdır. Ne yazık ki, kamu hizmeti medyasına ilişkin
çağdaş sav ağır bir meşruiyet sorununa paçayı kaptırmıştır. Kamu
hizmeti medyasının hastalığı ötekilerden bile daha geneldir; bu
hastalık, eski temsil biçimlerini zayıflatmakta ve parçalamaktadır.
Kamu hizmeti yayımcılığı yalnızca eğlendirme amacından daha yüce
amaçlar güder. Bu anlamda, nitelikli yayımcılığın kazandığı pratik
başarıları küçümsemek doğru olmaz. Gene de, var olan kamu hizmeti
medyasına bir kalite, denge ve evrensel erişim timsali olarak bakmak
miyopluk olur. Kamu hizmeti medyasının egemen tanımı, kendi varlığını
kalite edebiyatına başvurarak haklı göstermekle de stratejik bir hata
yapıyor. Pazarı savunanlarında kalite konusunda ayrı bir görüşü var.
Terimin anlamsal bulanıklığından yararlanarak ve onu daha da
bulandırarak kamu hizmeti modelini akıl karıştırıcı ve tepeden bakmacı
olmakla eleştiriyorlar. Onlara göre, izleyici bağımsız tüketicilerden
oluşmuştur ve en pratik kalite ölçüsü onların yaptıkları seçimlerdir.
Peki, yeniden tanımlanmış, genişletilmiş, daha erişilir ve
sorumlu bir kamu hizmeti modeli pratikte nasıl bir şey olacak? Kamu
hizmeti medyası, başlangıçtaki modelinin geri dönülmez ve derin bir
bunalıma girdiğini hiç unutmaksızın “gayrimetalaştırıcı” başarılarını
örnek alıp ilerletmeli. Farklı yaşam biçimleri, beğeniler, görüşler
arasında uyumlu bir birlik oluşmasına, despotik devletlerin ve Pazar
güçlerinin egemenliği altında olmayan tarafından yönetilen yurttaş
çoğunluğunun siyasal güç kazanmasına yardımcı olmalıdır. Onların çok
katmanlı anayasal devletlerin çerçevesinde yaşamasını sağlamalıdır.
Bağımsız kendi kendisini örgütlemiş, devlet kurumlarının dar
sınırlarını aşan sivil toplumlarda çalışan ve tüketen, yaşayan ve
seven, kavga eden ve uzlaşan yurttaşlarına karşı sorumlu tutulabilen
devletlerdir.
İletişim medyası, siyasal yöneticilerin yada
iş adamlarının kişisel kazancı yada karına değil, kamu kullanımına yada
tüm yurttaşların zevk almasına yaramalıdır. Bunları sağlamada
önceliklerden birisi, çağdaş devlet erkinin sansür yöntemlerinin gözler
önüne serilmesi ve kaldırılmasıdır. Bir diğeri, hem siyasal erkin
sürekli başına ekşiyen hem de çalışan, sevişen, kavga eden ve
başkalarını hoş gören yurttaşların başlıca iletişim araçları olarak
hizmet veren devlet dışı medyanın gelişmesi. Bu öncelikler uygulamaya
konulduğunda kamu hizmeti yayımcılığına ilişkin şimdiki egemen tanım
radikal olarak değişecektir; hem de Pazar liberalizminin cazibesine
teslim olmadan. Kamu hizmeti iletişiminden söz edildiğinde artık akla,
devletçe finanse edilip korunan, ama devlet-dışında kalan ve
yurttaşların büyük bir bölümü arasında fikir dolaşımını sağlayan
iletişim kurumları gelecektir.
Bu denemede savunulan kamu
hizmeti modeli, özgür ve eşit iletişime ilişkin bu temel ilkelerin
hakkını yememeye çalışmaktadır. Çünkü bu model, evrensel amaçla çoğulcu
amaç arasında ortadan kaldırılması mümkün olmayan, modern bir ikilem
bulunduğunun bilincindedir: Evrensel yaklaşımda amaç, tüm yurttaşların
fikirlerini topluca açıklamalarını sağlayacak haklara sahip
kılınmasıdır; çoğulcu yaklaşımda ise amaç belirli yurttaşların kendi
fikirlerini topluca açıklamalarını sağlayacak alanlar açarak gerçek bir
çeşitlilik sağlarken, kimi diğer yurttaşların ifade gücünü denetim ve
sınırlama altına almaktır. Dahası burada ana çizgileriyle verilen yeni
kamu hizmeti modeli toplumsal çeşitlilik olgusuna daha
uygundur-bölgeler arası, kır ve kent, genç ile yaşlı, zengin ile
yoksul, meslekler, etnik kimlik, dil, cinsiyet ve cinsel tercihten
kaynaklanan farklılıkların gittikçe daha belirleyici olduğunu unutmamak
gerekir. Demokrasinin bilgili yurttaşlara ihtiyacı var. Onların
demokratik araçlar sayesinde aklı başında anlaşmalara varma yeteneği,
ancak farklı fikir kaynaklarına eşit ve açık erişim sağlayabilmeleri
durumunda filizlenip gelişebilir.
Not : Kitap özetlerindeki fikirler yazarların özel fikirlerini yansıtmaktadır.
Bilinen anlamda basın özgürlüğünü ilk
destekleyen Euro-Amerikan devrimi özellikle on sekizinci yüzyıl
boyunca, devlet sansürünün sınırları konusunda çeşit çeşit yeni ve iyi
işlenmiş fikirlerin geliştirilmesine neden oldu. Modern anlamda basın
özgürlüğü fikrinin doğum yeri olan İngiltere’de en azından dört farklı
sav ile karşılaşıyoruz.
1. Teolojik yaklaşım, devlet sansürünü
Tanrı’nın insanlara ihsan eylediği akıl adına eleştiriyordu. Bu görüş
ruhsata ve sansüre bağlı olmasını buyuran bir hükümet kararına karşı,
Tanrı aşkı ile “özgür ve bilgili ruhun” serpilip gelişmesi için özgür
basına arka çıktı.
2. Basının davranışlarının bireyin haklarına uygun olması fikri.
3. Faydacılık kuramı, kamuoyu üzerindeki devlet sansürünü istibdata
verilmiş bir açık kart olarak görüyor ve yönetilenlerin mutluluğunun en
üst düzeye çıkarılması ilkesine aykırı buluyordu.
4. Basın
özgürlüğünün dördüncü savunması, Hakikat’e yurttaşlar arasındaki
kısıtlamasız tartışma yoluyla ulaşılacağı düşüncesine dayanıyordu.
Basın özgürlüğüne ilişkin tüm bu savların sorunsuz oldukları söylenemez
ama bu görüşler erken modern toplumların ilk gelişmesini derinden
etkilediler. On dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar gerek Amerika’da
gerekse İngiltere’de “basın özgürlüğü” cesur ve bulaşıcı ütopik bir
kavram olarak işlevini sürdürdü. Yöneten sınıfları sıkıştırmaya yaradı.
Devletin ifade özgürlüğüne getirdiği kısıtlamaları dramatize etti.
Medeni haklar ve siyasal demokrasi mücadelesine hız kazandırdı. Özgür
basının yaygınlaşması yazılı metinlerin görünümüne hem katkıda bulundu
hem de ondan yararlandı; metinler laik bir nitelik kazandıkları gibi,
okunmaları da kolaylaştı. Fakat basın özgürlüğünün ilk Avrupalı ve
Amerikalı savunucuları bu ütopik vizyonun birçok kör noktalarla malul
olduğunu da görememişlerdi. İlkin basının kendi kendini sansür etmesi
olayını hesaba katmadılar; çünkü fikirlerini topluluk önünde ifade etme
yeteneğine “doğal olarak” sahip olan kişilerin karşısında başlıca dış
tehdidin siyasal iktidardan geleceğini varsaydılar. Baskılar nedeniyle
basın özgürlüğü savunucularının sansür sorununa negatif özgürlük
paradigmasıyla bakmaları anlaşılabilir bir tutumdur. Söz ve basın
özgürlüğü negatif özgürlük anlamına geliyordu; yani, bu özgürlük
bireylerin yada bireylerden oluşan grupların önceden bir dış engelleme
olmaksızın düşüncelerini dile getirme özgürlüğüydü ve yalnızca bu
özgürlüğü tüm diğer bireylere garanti eden ve hükümet tarafından
yaptırımlarıyla uygulanan yasalara tabiydi. İşin can alıcı noktası,
basın özgürlüğünü savunan bu kuramların felsefi anlamda yeterince
çoğulcu olmamalarıdır. Her şeyin tartışılması mübahtı, bir şey hariç:
Kendi dünya görüşleri. Tüm ideologlar gibi, tüm dünya için geçerli
olmayı hak etmiş evrensel bir dil olduklarını varsayarak kendilerini
eleştirilere karşı korumaya çalıştılar.
Konuya eleştirel
gözle bakan biri sorabilir: Mademki basın özgürlüğü hakkındaki modern
ideal daha en başından bu kadar kusurluydu, onu doğumundan üç yüzyıl
sonra niçin tartışalım? Bu deneme işte bu çetin sorulara cevap vermeye
çalışıyor. Basın özgürlüğü hakkındaki eski söylemin güçlü ve zayıf
yanlarının değinilmesinin günümüzde önemli olduğunu savunuyor.
İlk yaklaşım Pazar rekabetinin basın ve yayın özgürlüğünün kilit
koşulu olduğunda ısrar ediyor; bu özgürlüğü de devlet müdahalesinden
özgürlük olarak, bireylerin düşüncelerini dış kısıtlamalar olmaksızın
iletebilme hakları olarak anlıyor. Devlet sansürü, bireysel seçim,
yasal düzenlemenin kaldırılması yani “deregülasyon” pazar
liberallerinin tezinin temel kavramıdır.
Özel ellerde
bulunan bir basın ve çok kanallı bir yayım sistemi özgürlüğün
kalesidir. Kültürel ayrıcalıkların ve devlet baskısının savunucularının
baş belasıdır. Pazar liberalleri devletçe korunan medyanın
pederşahiliğine karşı çıkıyorlar. Onlara göre, kamu hizmeti yayımcılığı
fikri en başından yolunu sapıtmıştı. Aslında, kamu hizmeti yayımcılığı
kişisel ihtiyaç ve kaygıların temsilini sınırlar. Seçme alanını
sıkıştırır, daraltır, azaltır. Televizyonda hükümetin dayandığı
varsayım şöyle anlatılmıştır. “Ne seyretmek istediklerini seçmeyi
insanlara bırakamazsınız, onların neyin onlar için iyi olduğunu bilen
ve düşünceleri birbirine yakın insanlarca denetlenmeleri gerekir.”
Medyanın tekelci kamusal düzenlenmesi artık haklı gösterilemez. Devlet
korumasındaki medyanın keyfi finansmanının ve sansürünün en iyi
panzehiri, Pazar rekabetinin tarafsız ve tüketiciye-duyarlı üleşim
sistemidir. Kamu hizmeti tekellerinin ortadan kalkması,
radyo-televizyon yayımcılığının erginliğe ulaştığının bir işareti
olacaktır. Pazar liberalizminin muhalifleri ve özellikle sola eğilimli
olanları, bu önerilerden telaşa kapılmış durumdalar. Diğer yandan
deregülasyonun İtalya’da yarattığı yoz sonuçları değerlendirmek
gerekiyor. Örneğin, haber-eğlence programları (barok televizyon
parçaları haline dönüştürülmüş ağız sulandırıcı mahkeme duruşmaları) ve
iç gıcıklayıcı striptease’li yarışma programları bunlar arasında
sayılıyor. Artık kalitenin yerini ticaret kurtlarının ölçüleri almıştır.
Çok kanallı seçim demek çok kanallı saçmalık demek olduğuna göre
- ucuz yarışma programları, reklamlardan farkı olmayan içi boş eğlence
programları - daha fazla seçenek daha iyi değil, daha kötü medya demeye
gelecektir. Pazar liberallerinin, pazarın bireysel seçim özgürlüğünü
arttırdığı iddiası da kuşkuludur. Sınırsız Pazar rekabeti aslında
belirli yurttaşların, özellikle azınlıkların ve geçici çoğunlukların
seçim özgürlüğünü ağır biçimde zedelemektedir. Yayımcılar rekabete
tutuştuklarında en iyi yöntemin kitlelere cazip gelecek programlarla
tam ortadaki kesime seslenmek olduğunu biliyorlar. Bunun sonucu,
programlarda çeşitliliğin sınırlanması ve birbiriyle örtüşmesi oluyor.
Muhaliflerin Pazar liberali fetişi ile ilgili söyleyebileceklerinin özü
şu: Pazar rekabetinin iletişim özgürlüğünü garantili olarak
sağladığının inanılır olduğu günler çok geride kaldı. Bugün ise basın
özgürlüğünün dostlarının şunu anlamaları gerekiyor: İletişim pazarları
iletişim özgürlüğünü kısıtlamaktadır; pazara girmek isteyenlere
engeller koyarak, tekellere izin vererek, seçenekleri sınırlayarak ve
enformasyonun egemen tanımını kamusal yarar kavramından uzaklaştırıp
özel olarak tasarruf olunabilen bir metaya yaklaştırarak yapmaktadır
bunu.
Basın ve yayım özgürlüğü konusundaki Pazar liberali
görüşünü bozup çürüten tek şey Pazar rekabeti fetişi değil. Bu görüşün
devlet kurumlarının sorumsuzluk ve keyfi erkine duyduğu sempati de çoğu
kez ona puan kaybettiriyor. Günümüzde tüm demokratik rejimlerin
göbeğinde despotizm çekirdekleri bulunuyor. Eski modern mutlakıyetçi
devletlerin, parlamentolar tarafından yönetilen geç modern anayasal
devletlere tarihsel dönüşümü sona erdi.Artık yeni bir siyasal sansür
dönemine, Demokratik Leviathan çağına giriyoruz. Bu çağda hayatın
yaşamsal parçaları çeşitli eski ve yeni kalemlerle donatılmış,
sorumsuzluk siyasal kurumlar tarafından biçimlendirilmekte. Birbiriyle
bağlantılı beş siyasal sansür türü özel ilgiye değer.
1.
Olağanüstü hal erkleri : Hükümetlerin, medyanın bazı bölümlerini
zorbalıkla sindirerek yola getirme girişimleri talimatlar, tehditler,
yasaklamalar ve tutuklamalarla Batı demokrasilerinde de kendisini
hissettirmeye devam ediyor. Ön engelleme ve yayım sonrası bu baskı
türünün iki tekniği.
2. Silahlı gizlilik : Modern devlet
erki, gizlilik perdesinin arkasına saklanmış polise ve askeri organlara
dayanarak başarılı olur.
3. Yalan söylemek : Siyasette yalan söylemek demokratik rejimlerin özelliklerinden biridir.
4. Devlet reklamcılığı : Erken modern devletin yöneticileri;
özellikle mutlakıyetçi evrede, kendilerini toplumda birliğin kaynağı ve
ilkesi olarak görüyorlardı. Siyasal liderlerin televizyon ve radyo
mülakatlarında kayrılarak yansıtılması, devlet reklamcılığının daha az
göze çarpan, ama hiçte önemsiz sayılamayacak bir örneğidir.
5. Korporatizm : 20. yüzyılda hükümetin işlevlerinin özel kesimin
örgüt ağları tarafından yerine getirilmesi, pazarlık , ihsan yada
sözleşme ile yapılması, sıradan bir olay haline geldi.
Batı
demokrasilerinin bu beş yönelimi kaygı vericidir. Bunlar gösteriyor ki,
normal olarak ne yurttaşlara, ne kitle iletişim araçlarına karşı
sorumlu ne de hukuk devletine tabi olan siyasal erk toplamı
çoğalmaktadır. Eğer hukuk devleti keyfi devlet erkinin siyasal yaşamdan
sistematik olarak ayıklanması ise ve keyfi erk kamunun değerlendirmesi
ve eleştirisinden muaf ve çevresine karşı duyarsız ve ondan öğrenmeye
yeteneksiz erk olarak tanımlanıyorsa, o zaman denilebilir ki, batı
demokrasilerinde hukuksuzluk artmaktadır. Bütün bunlar çarpıcı bir
paradoksu yansıtıyor.
Pazar liberallerinin çoğu sansürsüz
bir özgür iletişim pazarından söz etmeye bayılıyorlar, ama iş bu
yönelimleri eleştirmeye gelince hemen geri kaçıyorlar; yurttaşların
hukuk devletini genişletme, siyasal erkin keyfiliğine ve gizliliğine
set çekme çabalarına karşı antipati dolu, hatta düşmanca bir tutum
takınıyorlar. Onların Pazar özgürlükçülüğü siyasal ve kültürel
otoriterliğe duyulan derin bir yeni-muhafazakar bağlılıkla yan yana
yaşıyor. Bu deneme şimdiye kadar “deregülasyon”a karşı çıkanların iki
zayıf noktasını vurgulamaya çalıştı. Pazar liberallerine karşı ve kamu
hizmeti iletişiminden yana ortaya koydukları savın üçüncü bir zayıf
yanı, yukarıdakilerle ilgili bir kör noktası var: Kamu hizmeti
medyasını toplum önünde haklı gösterme girişimlerinin inandırıcı
olmaması. Eğer iletişim medyası bir kamu hizmeti olarak savunulacaksa,
oynayacağı rollerin ve yapacağı işin önemi açık ve mantığa uygun bir
biçimde anlatılmalıdır. Ne yazık ki, kamu hizmeti medyasına ilişkin
çağdaş sav ağır bir meşruiyet sorununa paçayı kaptırmıştır. Kamu
hizmeti medyasının hastalığı ötekilerden bile daha geneldir; bu
hastalık, eski temsil biçimlerini zayıflatmakta ve parçalamaktadır.
Kamu hizmeti yayımcılığı yalnızca eğlendirme amacından daha yüce
amaçlar güder. Bu anlamda, nitelikli yayımcılığın kazandığı pratik
başarıları küçümsemek doğru olmaz. Gene de, var olan kamu hizmeti
medyasına bir kalite, denge ve evrensel erişim timsali olarak bakmak
miyopluk olur. Kamu hizmeti medyasının egemen tanımı, kendi varlığını
kalite edebiyatına başvurarak haklı göstermekle de stratejik bir hata
yapıyor. Pazarı savunanlarında kalite konusunda ayrı bir görüşü var.
Terimin anlamsal bulanıklığından yararlanarak ve onu daha da
bulandırarak kamu hizmeti modelini akıl karıştırıcı ve tepeden bakmacı
olmakla eleştiriyorlar. Onlara göre, izleyici bağımsız tüketicilerden
oluşmuştur ve en pratik kalite ölçüsü onların yaptıkları seçimlerdir.
Peki, yeniden tanımlanmış, genişletilmiş, daha erişilir ve
sorumlu bir kamu hizmeti modeli pratikte nasıl bir şey olacak? Kamu
hizmeti medyası, başlangıçtaki modelinin geri dönülmez ve derin bir
bunalıma girdiğini hiç unutmaksızın “gayrimetalaştırıcı” başarılarını
örnek alıp ilerletmeli. Farklı yaşam biçimleri, beğeniler, görüşler
arasında uyumlu bir birlik oluşmasına, despotik devletlerin ve Pazar
güçlerinin egemenliği altında olmayan tarafından yönetilen yurttaş
çoğunluğunun siyasal güç kazanmasına yardımcı olmalıdır. Onların çok
katmanlı anayasal devletlerin çerçevesinde yaşamasını sağlamalıdır.
Bağımsız kendi kendisini örgütlemiş, devlet kurumlarının dar
sınırlarını aşan sivil toplumlarda çalışan ve tüketen, yaşayan ve
seven, kavga eden ve uzlaşan yurttaşlarına karşı sorumlu tutulabilen
devletlerdir.
İletişim medyası, siyasal yöneticilerin yada
iş adamlarının kişisel kazancı yada karına değil, kamu kullanımına yada
tüm yurttaşların zevk almasına yaramalıdır. Bunları sağlamada
önceliklerden birisi, çağdaş devlet erkinin sansür yöntemlerinin gözler
önüne serilmesi ve kaldırılmasıdır. Bir diğeri, hem siyasal erkin
sürekli başına ekşiyen hem de çalışan, sevişen, kavga eden ve
başkalarını hoş gören yurttaşların başlıca iletişim araçları olarak
hizmet veren devlet dışı medyanın gelişmesi. Bu öncelikler uygulamaya
konulduğunda kamu hizmeti yayımcılığına ilişkin şimdiki egemen tanım
radikal olarak değişecektir; hem de Pazar liberalizminin cazibesine
teslim olmadan. Kamu hizmeti iletişiminden söz edildiğinde artık akla,
devletçe finanse edilip korunan, ama devlet-dışında kalan ve
yurttaşların büyük bir bölümü arasında fikir dolaşımını sağlayan
iletişim kurumları gelecektir.
Bu denemede savunulan kamu
hizmeti modeli, özgür ve eşit iletişime ilişkin bu temel ilkelerin
hakkını yememeye çalışmaktadır. Çünkü bu model, evrensel amaçla çoğulcu
amaç arasında ortadan kaldırılması mümkün olmayan, modern bir ikilem
bulunduğunun bilincindedir: Evrensel yaklaşımda amaç, tüm yurttaşların
fikirlerini topluca açıklamalarını sağlayacak haklara sahip
kılınmasıdır; çoğulcu yaklaşımda ise amaç belirli yurttaşların kendi
fikirlerini topluca açıklamalarını sağlayacak alanlar açarak gerçek bir
çeşitlilik sağlarken, kimi diğer yurttaşların ifade gücünü denetim ve
sınırlama altına almaktır. Dahası burada ana çizgileriyle verilen yeni
kamu hizmeti modeli toplumsal çeşitlilik olgusuna daha
uygundur-bölgeler arası, kır ve kent, genç ile yaşlı, zengin ile
yoksul, meslekler, etnik kimlik, dil, cinsiyet ve cinsel tercihten
kaynaklanan farklılıkların gittikçe daha belirleyici olduğunu unutmamak
gerekir. Demokrasinin bilgili yurttaşlara ihtiyacı var. Onların
demokratik araçlar sayesinde aklı başında anlaşmalara varma yeteneği,
ancak farklı fikir kaynaklarına eşit ve açık erişim sağlayabilmeleri
durumunda filizlenip gelişebilir.
Not : Kitap özetlerindeki fikirler yazarların özel fikirlerini yansıtmaktadır.